10 Şubat 2009 Salı

İSVİÇRE’DEN SERBEST DOLAŞIMA ‘’EVET’’


PNA-İsviçreliler, Avrupa Birliği kökenli emeğin serbest dolaşımına ilişkin anlaşmaların yenilenmesine büyük çoğunlukla "evet" dedi.



İsviçreliler serbest dolaşım konusunda oy kullandı.

Bugün yapılan referandumda resmi sonuçlara göre seçmenlerin yaklaşık yüzde atmışı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşlarının İsviçre’de çalışıp, ikamet etmesine destek verdi.

Bu izin Bulgaristan ve Romanya vatandaşlarını da kapsıyor.

İsviçreliler arasında en fazla tartışma yaratan konu, serbest dolaşımın AB’nin yeni üyeleri Bulgaristan ve Romanya’yı da kapsayıp kapsamaması oldu.

İsviçre AB üyesi değil ancak birlik ile güçlü siyasi ve ekonomik bağlara sahip.

İsviçre ile AB arasında yıllardır tartışma konusu olan bu oylama için 5 milyon seçmenin büyük bölümü oylarını önceden mektupla gönderdi.

Geriye kalanlar öğle saatinde kapanan seçim bürolarında oy kullandı.

Brüksel ve Bern tarafından yakından izlenen referandum sonucunun, İsviçre ile ilk sıradaki ticari ortağı AB arasında ticaret alanında yakınlığı tehlikeye atmasından endişe ediliyordu.

2002’de yürürlüğe giren serbest dolaşım, İsviçre ile AB üyesi ülkeler arasındaki ticari faaliyetleri kolaylaştıran 6 değişik anlaşmayla destekleniyor.

Referandumda "hayır" çıkması durumunda tüm bu anlaşmalar otomatik olarak devre dışı kalacaktı.(BBC)

7 Şubat 2009 Cumartesi

LUZERN KÜRT KÜLTÜR DERNEGI 29 MART DA DTP NIN YANINDADIR:



Murat Kaya

Her dönem biz kürtler icin önemlidir.
Kürtlerin önemli dönemlerde yaptigi cikislar mücadelesinin seyrini etkilemistir.

Önümüzdeki yerel secimlerdede durum böyledir.Kürtler bir anlamiyla sandik basinda sömürgeci türk irk rejimiyle ya beraber yasama,yada onu ret etmede tavrini belli ettirecektir.

Otuz yillik kürt mücadelesi karsisinda kirilan rejimin kürdistandaki sosyal,siyasal tek kurumu fasist islamci AKP dir.Bu anlamiyla AKP Sahsinda kürtler devletle secimde karsi karsiyadirlar.Baykalin laik kesimi,erdoganin kürt ve islamcilari denetleme devlet oyunlarini bosa cikartmak bu secimle mümkündür.

Bu secime refarandum havasiyla yaklasmali,oylarimizla Kürt partisi DTP icin calismali,destek vermeli,destek almasini saglamaliyiz.

Luzern Kürt Kültür dernegi olarak 29 Mart secimlerinde DTP nin yanindayiz.

2009 yılında Kürt Halk Önderi özgürleşmelidir


Mustafa Karasu

Kürt Halk Önderine karşı yapılan uluslararası komplonun 11. yılına giriyoruz. Bu komplo esas olarak ABD ve İsrail planlamasıyla gerçekleşmişti. İsrail ve ABD desteğiyle Türkiye'de Suriye sınırına askeri güç kaydırmıştı. İsrail ve ABD bir yandan kendi politikaları önünde engel gördükleri PKK'yi tasfiye etmeyi amaçlarken, diğer yandan Türkiye'yi daha fazla kendilerine bağlamayı öngörmüşlerdi.






Aslında ABD Guantanamo'yu ilk önce İmralı adasında pratikleştirmiştir. Biz buna İmralı sistemi dedik. Kürt Halk Önderi'nin ABD, İsrail ve Avrupa adına İmralı'da tutulma görevi Türkiye'ye verilmiştir. Bu sistemi sadece Türkiye uyguluyor demek, önemli siyasi yanılgılara götürür. Kürtlerin siyasi bilinci ve tutumunda eksiklikler ve yetersizlikler ortaya çıkarır.

İsrail, ABD ve Avrupa, Önder Apo'nun düşüncelerinin ve siyasi projelerinin Türkiye ve Ortadoğu'da pratikleşmesinin önüne geçmek istiyor. Çünkü Önder Apo'nun ideolojik yaklaşımı ve çözüm projeleri İsrail ve ABD'nin Kürtler üzerindeki plan ve projelerini boşa çıkarıyor. Bunun anlamı Kürt sorununun bölgede halkların kardeşliği temelinde çözülmesidir. Böyle çözümlerin önünün açılması ise ABD ve dış güçlerin bölgedeki siyasi etkilerinin azalmasını beraberinde getirir. Eğer Kürt Halk Önderi'nin önerdiği çözümler gerçekleşirse ABD'nin başta Türkiye olmak üzere bölge üzerindeki etkileri de azalır. Dış güçlerin bölgedeki varlığını gerektiren zeminler zayıflar. İşbirlikçiliğin ayakları darbe yer. İsrail, ABD ve AB bunu önlemek için Kürt Halk Önderi üzerinde bu kadar sıkı bir tecrit uyguluyor.

Guantanamo'da üzerinde tecrit uygulananlar sıradan militanlardır, İmralı'da ise bir halkın önderi üzerinde baskı ve tecrit uygulanıyor. Önder Apo şahsında Kürt halkının iradesi kırılmak isteniyor. Adalet Bakanı'nın 'eğer teslim olursan koşullar düzelir' dayatması yaptığını biliyoruz.

Türkiye basını ve demokratik kamuoyu Kürt Halk Önderi'ne yapılan baskılar konusunda duyarsızdır. Bu yaklaşımla İsrail, ABD ve AB politikalarına hizmet ediyorlar. Guantanamo için yazıp çizerken İmralı için yazıp çizmiyorlar. Kürt halkının siyasi önderine karşı ahlaki ve siyasi görevlerini yerine getirmiyorlar. Bu da ister bilerek ister bilmeyerek İmralı sistemini uygulayanlara suç ortaklığı yapmak oluyor. Bir halkın siyasi önderine böyle bir tecridin ve baskının normal hale getirilmesi kadar kötü bir şey olamaz. Türkiye demokrasi güçleri için duyarsızlık ve suç ortaklığı olan bu durum, Kürt kamuoyu için ise gaflet ve ihanettir.

Kürt halkı, önderine şimdiye kadar sahip çıktı. Ama tüm Kürtler, özellikle PKK taraftarları dışında kalan siyasi çevreler İmralı'daki baskıya ve tecride duyarsız kaldı. Bir halkın önderine duyarsız kalanların, o halkın özgürlük ve demokrasi isteklerine olan samimiyetlerine de inanılmaz. Siyasi görüşü ne olursa olsun herhangi bir Kürt'ün İmralı'daki sisteme karşı çıkmaması ve bu konuda mücadele içinde olmaması, inkarcı sömürgeciliği onaylamak ve ona teslim olmak anlamına gelir.

Şimdi bazı kişiler ve gruplar 'PKK bize neden olumsuz bakıyor' diyorlar. Siz bir halkın ve büyük bir siyasi hareketin önderinin esareti karşısında sorumsuz yaklaşırsanız bu hareket ve bu halk neden size karşı sıcak duygular taşısın? Herkes bilmeli ki bu halkla ve bu hareketle barışmak için her şeyden önce İmralı sistemine karşı çıkmak gerekir. Bu konuda Kürt halkının yanında yer almayanlar Kürdistan'da her zaman bir yabancı olarak görülecektir.

Kürt Halk Önderi üzerindeki baskı sıradan bir baskı değildir. Bir kişinin bir adada tek başına hücrede kalmasının ne anlama geldiğini herkesin iyi düşünmesi gerekir. Buna bir de sürekli hücre içinde hücrede olmak da eklenirse durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Kürt Halk Önderi'nin durumu düşünülürken bunlar göz önüne getirilerek duyarlı olunmalı ve bu önderliğe büyük bir saygı duyulmalıdır. Bu psikolojik baskıya bir insan kolay kolay dayanamaz. Ancak büyük inanç sahibi olmak ve büyük değerlere bağlı olmak bir insanı bu koşullarda ayakta tutabilir. Nitekim Kürt Halk Önderi 'Yüzüm duvara dönük, ayakta yüz yıl da bırakılsam, ya bu yaşam özgür olacak ya da bu yaşam yaşanılmamış sayılacaktır' diyerek İmralı'daki duruşunu ortaya koymuştur.

11 yıldır İmralı'da olan Kürt Halk Önderi'ne gazete verilmiyor, verildiğinde de özellikle güncel haberler kesiliyor. Yani magazin gazeteleri haline getirilerek veriliyor. Sadece TRT'nin bir kanalının çektiği radyo veriliyor, ama bu da parazit atılarak dinletilmiyor. Yakın dönem siyaseti ve Kürt sorunuyla ilgili kitaplar verilmiyor. Kabul edilen kitaplar da tek tek veriliyor. Bir kitabı okuduktan sonra geri alınıp diğer kitap veriliyor. Böylece savunmaların belge konularak ve alıntı yapılarak yazılması istenmiyor.

Türkiye'de tüm tutuklular televizyon izlerken İmralı'da bu yasaktır. Şimdi tüm bu yasakların ve baskıların ne anlama geldiği açıktır. Bir halkın önderi ve siyasi tutuklu olan biri için bundan daha büyük bir baskı olabilir mi? Bütün ömrünü Kürt halkının özgürlüğü için siyasi mücadelede tüketen bir insanı siyasetten uzaklaştıracak bu uygulamalar sıradan görülemez. Bu yaklaşım esas olarak Kürt halkına yaklaşımdır.

Erdoğan nasıl ki etnik siyaset olmaz, kimlik siyaseti olmaz derken Kürtler siyasetle uğraşamazlar; onlar adına da biz siyaset yaparız demek istiyorsa, Kürt Halk Önderi'ne karşı büyük düşmanlık da onun çok fazla siyasi kimliği olan bir Kürt lideri olmasıdır. Bir Kürt ne siyasetçi olabilir, ne de Kürt lideri olabilir. Buna soyunanın kafası ezilir! Kürt Halk Önderi'ne yapılan budur. DTP'nin etkisizleştirilmesi ve tasfiye edilmesi de aynı zihniyetin başka bir uygulamasıdır.

Kürt Halk Önderi'ne bu nedenle psikolojik baskı yapılıyor. Siyasi mücadeleden, siyasi kimliğinden vazgeç ve teslim ol dayatması yapılıyor. Bu konuda İsrail ve ABD ile Türkiye'nin politikaları örtüşüyor. Böylece baskı, dünya kamuoyundan tepki almadan normalleştirilerek sürdürülüyor.

Kürt halkı bu politikaları kınamadan, Kürt Halk Önderi üzerindeki bu politikaya karşı mücadele etmeden özgürlük ve demokrasiyi hak edemez. Kürt halkı ancak Önder Apo'ya sahip çıkarak özgürlük ve demokrasi mücadelesini geliştirebilir ve sonuç alabilir.

Kürt Halk Önderi'ne 'sen bu halkı neden bu kadar bilinçlendirdin, neden bu kadar örgütledin, neden bu kadar bir irade haline getirdin, neden onları on yıllardır serhıldana kalkan ve gerilla savaşı veren bir halk haline getirdin' diyerek baskı yapmaktadırlar. Yani halkı güç ve irade yaptığı için üzerinde baskı yürütmektedirler.

Bu gerçeklik Kürt halkının bırakalım siyasi nedenlerle, ahlaki olarak bile bu önderliğe sahip çıkması gerekiyor. Artık daha etkili mücadeleyle bu önderlik üzerindeki esarete son vermesi gerekiyor.

10 yıl tek bir hücrede bırakılmak kolay değil. Eskiden 7 yıl cezaevi yatanlar için 7 türkü yaparlarmış. Şu anda Kürt Halk Önderi'nin her bir yılı 7 yıl kadar bir zindanda kalmak kadar ağır geçmektedir. Yani 70 yıl kadar bir süre zindanda kalmış bulunmaktadır.

Artık bu esaret son bulmalıdır. Esaretin 11. yılında Kürt halkı sadece komployu protesto etmemelidir, Kürt Halk Önderi'nin özgürlüğü için mücadeleyi yükseltmelidir. Bunun için güçlü demokratik serhıldanlar yapmalıdır. Türk devleti ve arkasındaki güçler bu mücadele karşısında Kürt Halk Önderi'ni esaret altında tutamayacaklarını anlamalıdırlar.

Komployu 11. yılında bir daha lanetliyoruz. Artık Kürt Halk Önderi'ni esaret altında görmek istemiyoruz.

Esaretin 11. yılı Kürt Halk Önderi'nin özgürlük yılı haline getirilmelidir.

2009 yılının Kürt Halk Önderi'ne özgürlük yılı olacağına inanıyoruz.



www.gundem-online.com

4 Şubat 2009 Çarşamba

Diyarbakırlı çocuklar, haydi Gazze’ye



Nazım ALPMAN
nazim@internethaber.com
Diyarbakırlı çocuklar, haydi Gazze’ye
04 Şubat 2009 Çarşamba
En baştan belirtelim ki, sonradan yanlış anlaşılmalar meydana gelmesin:

-Uluslararası dayanışma iyidir!

Türkiye’de yaşayanlar, sıkça tanık oluruz böylesi organizasyonlara...

Bugünlerde Filistin Dayanışması ülkemizde çok yaygın bir çerçevede yürüyor. Kampanyanın ekseninde ise “Gazzeli Çocuklar” yer alıyor.

İsrail’in kamu güvenliği için, Gazzeli Çocuklar, kurşunlanıyor, tank paletleri altında kalıyor, misket bombalarıyla parçalanıyorlar.

Eskiden Filistin ile ilgili her şey solculardan sorulurdu. Filistin “devrim” demekti, Filistin diyeni de atıyorlardı içeri.

Filistin’de İslamcı akımlar Filistin Kurtuluş Örgütü’nün önüne geçince, Türkiye’de aynı cenahtan yankı buldu.

Artık Filistinli çocuklarla dayanışma içinde bulunmak “suç” değil!

***

1980’lerin ikinci yarısı Bulgaristan vatandaşı Türkler için kâbus gibi yıllardı. Köylerin isimleri değiştiriyordu.

Bununla da kalınmıyor, her yaştan Türklerin de isimleri değiştirilip Bulgar isimleri veriliyordu.

Türkiye bu insan hakları ihlallerine karşı büyük bir tepki gösterdi.

İnsanların kendi anadillerinde konuşmaları, isim almaları, yerleşim tabelaları dikmelerinden doğal ne olabilirdi ki?

Todor Jivkov devrildikten sonra 1991’de Bulgaristan’ın Deliorman bölgesinde Türklerle konuşuyordum. Balkan Türkleri, Türkiye sevgilerini uzun şık cümlelerle anlattıktan sonra sordular:

-Bu Kürtler ne istiyorlar?

-Köylerimizin isimleri değiştirilmesin, çocuklarımıza Kürt isimleri koyabilelim istiyorlar!

-Ama bunlar çok normal istekler… Biz de burada aynı şeyleri istedik!

Aziz Nesin işte bu yüzden yargılanacağı kitabını yazmıştı:

“Bulgaristan’da Türkler/ Türkiye’de Kürtler!”

***

Çocukların savaş ortamında tam donanımlı bir asker gibi görülerek kurşunlanması en hafif tanımla ayıptır, günahtır!

Bu noktada “nerede” diye sorulabilir mi?

Çocuk her yerde çocuktur. Onları kurşunlamak her yerde ayıptır, insanlık dışıdır!

Diyarbakır’da olaylar çıktığında “Gazzeli Çocukların” dünya çapında hamisi Tayyip Erdoğan ne dediğini hatırlıyor musunuz?

Ben yazayım:

-Kadın, çocuk… Gereği neyse yapılacak!

Mardinli 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı hatırlıyor musunuz?

Babasıyla kamyon yüklerken otomatik silahlarla taranarak öldürüldü.

Şimdi bu “Gazze rüzgarı” sahiciyse…

İçtense…

O zaman Başbakan Diyarbakır’a gitmeli, büyük bir parka çocukları toplayıp demeli ki:

-Zamanında sizleri, Gazzeli Çocuklar kadar korumadığım için sizlerden, ölen arkadaşlarınızdan özür diliyorum!

Eğer yapmazsa…

Erdoğan’ın çocuk şefkatinden istifade etmek için tek yol kalıyor:

-Haydi Diyarbakırlı çocuklar Gazze’ye

3 Şubat 2009 Salı

Davos’ta bir Erdoğan


Davos’ta bir Erdoğan

Davos’ta bir Erdoğan
Erdoğan, Davos dönüşü şunları söylemişti: “Biz şimdiye kadar attığımız her adımı Türk Milleti’nin çıkarları doğrultusunda attık.” Bu günkü yazımı bu çerçeveyi gözeterek kaleme alıyorum.

Türk Başbakanı Davos’ta çok tehlikeli bir oyun oynadı. Sonuçlarını ilerde göreceğiz. Fakat ilk izlenim bu münafık yapılı kişiliğin pek fazla bir kayba uğramayacağı, başta ABD olmak üzere bazı güçler tarafından olayın ört-bas edileceği yönündedir. Bu konuda kapalı kapılar ardında sarf edilen gayretleri seziyoruz. İsrail Lobisi’nin ilk andaki yüksek sesli çıkışı, ardından da susması dünya kamuoyunun gözleri önünde cereyan etti. Bu arada bazı geri adımları da sezinliyoruz. Hamas’ın roketli saldırılarının şu anda mırıltılarla karşılanması, Obama’nın temsilcisinin bölgeye yapacağı ziyaretin programından Ankara’yı çıkarmasının yarattığı tedirginlik siyasi gözlemciler tarafından doğru okunuyor.

Okuyucularımın şunları çok iyi bildiği kanısındayım:

-Uluslararası siyaset intikamcılığa değil akılcılığa dayanır. Buna göre çıkarlar en ön planda bir yer tutar. Erdoğan’ın Davos’taki olayı İstanbul’a taşıması, Filistinliler için moral bir destek yaratmıştır ve bu giderek Ortadoğu’daki İslami güçlere de birşeyler enjekte etmiştir. Ama alttan alta tamirat da başlamıştır.

-Ortadoğu’da siyasi yorumların uzun vadeli yapılamayacağı ortada. Türk Devleti de Ortadoğu’da. Bu bakımdan yapılacak yorumlar kısa vadeli olmalı. Kısacası yarın ne olacağını bugünden kestirmek mümkün değil. İsrail istisna. Araplar’la çevrili bir bir küçük toprak parçasında tutunmaya çalışan 60 Yaşındaki bu devlet, Nükleer silah yapımına yönelen bu devleti de eklersek, kendisini çevreleyen tehditkar düşmanların yarattığı ortam daha iyi anlaşılır.

-NATO’ya üye olan Türk Devleti, kendisini sağlama almışlığın şımarıklığı ile hareket ediyor gibi bir pozda sertlik kokan bir diplomasi yürütüyor. İslam Devletleri arasında tek laik devlet olmanın avantajını iyi kullanıyor.

-Şu anda laisizmin sulandırılmasının müttefikleri arasında yarattığı tedirginlik geçici olarak görülüyor gibime geliyor.

Fakat son Davos çıkışı pek çok ilişkiyi su yüzüne çıkardığı gibi, asıl hedefin Kürtler’i korkutup sindirmek olduğunu çok açık bir şekilde görüyorum. Erdoğan’ın Iran’da bir İslam kahramanı olarak kabul görmesinin, İran’in islamperverliği ile ilişkisi yoktur. Şu anda Türkler’i, Farslar’ı ve Araplar’ı ilgilendiren tek ortak nokta Kürler’in tarih sahnesine çıkmasını engellemektir. Onlar mutasavvar Kürdistan’ı ikinci bir İsrail olarak görüyorlar. Kürdistan’ı aralarında paylaşmış ve ilhak etmiş olan komşu devletler, elbette Kürt Milleti’nin yaşama talebini bastırmak için ellerinden geleni yapacaklardır.

Türk Başbakanı’nın Davos çıkışı, TRT 6 oyunundan sonra sahneye koyduğu en önemli oyundur. Bu oyun ile;

Türk Başbakanı müslümanlığının altını çizmiş, Kürdistan’da bile kahramanlaşmıştır. Mazlum Filistin Halkı’nın Yahudiler tarafından katledilmesine seyirci kalmamış, Nobel Ödülü sahibi İsrail Devlet Başkanı’nın suratına, sözüm ona “şamar” indirmiştir. Böylece başta Kuzey olmak üzere Kürdistan’da, Körfez Devletleri’nde, Yemende, İran’da ve Türk kesiminde kahramanlaşmıştır. Bir misal verelim; Filistin için bir TV’de açılan bir yardım kampanyasına Batmanlı bir kişilik, 20 Bin lira bağışlamıştır. Varın siz hesaplayın gerisini..

Kürdistan’da bu sonucun yaratılmasında Roj TV’nin ve Güneyli yayınların anti-İsrail yayınlarının ve Türkiye sendromu’nun etkisi yadırganamaz. Fakat her şeyi de “vurun abalıya” misali bu TV’lere ve yayınlara yükleyemeyiz. Ulusal bilinç gelişmedikten sonra biz ne yaparsak yapalım, bazı Kürtler hep sağa sola savrulacaklardır.

Olaya daha yakından bakalım:

Türkler bu son Osmanlı oyunlarına başladıklarında Kuzey’de 29 Mart Seçimleri’ni almayı, Güney’de, yakında başlayacak olan bir nevi eyalet sınırlarını belirleme seçimleri bekleniyor. Erdoğan, hem anti-Kürt ittifaklarını, hem de Irak içi anti-Kürt muhalefeti güçlendirmiştir. Maliki memnundur. İran mollalar rejimi memnundur.. Suriyeli Yetim-i Hafız memnundur. Yan etki olarak Hamas sevinçten uçuyor. Daha ne olsun. ABD bile düşünecek gibi bir izlenim veriyor (yumuşak atın, ya da okyanus ötesinin, tekmesi pek olurmuş, Ankara bunu unutmasın).

Kürt bu badireyi de aşacaktır.

2009-02-02

A Sirac Kekuyon

30 Ocak 2009 Cuma

Katiller geçidi

Tarih: 25 Ocak 2009 Pazar
İsimleri belli, fakat katilleri açığa çıkmamış 17 bin “Faili meçhul cinayet”ten söz ediyorlar. 17 bin Kürt yurtseveri... Oğul, baba, kardeş, yetişkin Kürtler... Bunlar yoklar... Atıldıkları asit kuyularından, bir gece veya seher vaktinde gömüldükleri yerlerden öykülerinin çıkarılmasını bekliyorlar...
Ölürken kim bilir nasıl acılar çektiler... Biri yolda yürüyordu mutlaka... Batman’ın gündüzden kalan sıcaklığı ılık bir esinti halinde dolaşıyordu saçlarında... Birazdan evine varacaktı. Bozkır kokulu karısını özlemişti. Kızı Mizgin, ayakkabı bekliyordu. Beşikteki oğlanın hırçın olacağı ağlamalarından belliydi... Aha ev şurası, şu küçük tepenin arkasındaydı... Bozkır kokulu karısı, ceylan bakışlı Mizgin... Ve zeytin gözlü bebek...
“Bir dakika!”
Hepsi bu kadardı... Hepsi, ırk namlusu takınmış katil puştun ölüm sarısı dudaklarından dökülen iki kelimeydi...
Götürüldüğü yerde aceleci katiller elinde son soluğunu verirken göz bebeklerinde takılı kalan son hayal, son anımsama, son hayıflanma hangisiydi?..
Biri, tedirgin uykusunun en uzun yerinde kapısı çalınarak alınmıştı. Birazdan katil olacaklar, polis veya asker kimliği taşıyordu... El ve bellerdeki ırk namluları huzursuzdu, kan ve can istiyordu... Bu sırada, bıyıklardaki buharı kristal buza kesecek dondurucu bir ayaz vardı dışarıda...
“Buyurun beyim”
“Bir dakika bizimle geleceksin!”
Devlet istemişti, devlet götürecekti...
Cinayet çokluğundan zaman yoktu. Köy, kasaba ve şehirlerin direniş damarları sökülüp atılacaktı. Devlet buyruğu, cinayet ortaklığıydı.
Halbuki yün yorganın tatlı sıcaklığı sinmişti tenine. Çocuklar koyun koyuna uyuyordu. Şu Gülistan kız ne çabuk büyümüştü. Dünün çocuğuydu halbuki... Evin arkasındaki çalılarda beş yaş entarisinin takıntıları duruyor hala... Yastık üstüne serdiği saçları anasının saçları gibiydi. Botan’ın bütün güzellikleri ışıldıyordu örgülerinde...
“Sen uyu kızım. Görevlilerin acelesi var.”
Roni, babama ne çok benziyor. Ensesi, babamın ensesi gibi, inatçı, karışık...
“Kimliğimi alayım mı beyim?”
“Kalsın len!”
Askeri hangarın içi buz gibiydi... Kasığına sıkmışlardı. Parçalanmış hayalarında kanlı bir buhar tütüyordu.
“Dölünüzü kurutacağız!” demişti az önce ateş eden kişi.
Şu köşede yatan bakkal Ramazan, cesedi naylona sarılan inşaatçı Kasım değil miydi?
“Yapmayın beyim!”
“Yaparız len!”
Ben, Botaş kıyılarına atılmış bir Kürt cesediyim. Bir babayım. Ölmeden önce umutluydum. Oğullarım ve kızlarım vardı. Ondördündeki Gülistan’ım# anamın saçlarını taşırdı.
Ötekisi bir Kürt genciydi. Sevdalıydı. Davam dediği sevdiğiyle akşam bağlar yolunda buluşacaktı. Fakat başka bir akın vardı kentin öteki ucuna doğru... Meşalelerle yürüyordu gençler... Bu yürüyüş, bu direniş varken sevgiliyi görmeye gitmek bir Kürt delikanlısına yakışmazdı...
Su gibi akan kalabalığa katıldı... Kawa’nın torunları yürüdükçe çoğalıyordu. Sokak aralarına sinmiş katillerin ve askeri kışlaların sinir gıcırtılarını sadece kadınlar duyuyordu. Kadınlar, sabah ve gece yola saldıkları erkeklerini daha sonra eksilmiş olarak geri alıyorlardı.
Meydana açılan köşede kıstırıldığında çok geç kaldığını fark etti. Kaçmak istedi, kaçamadı; bağırmak istedi, bağıramadı... Askeri aracın dış kaportasına gömülü parmakları parçalanarak çekildi aracın içine. Bahardı, taze toprak ve nergise karışmış sevdiğinin kokusu geliyordu bozkırdan taraf.
Birden karnında sıcak bir ağrı hisseti. Soluğunu kesen ağrı ikilendi... Aracın içi Kürt kanı doldu.
Ben bir Kürt genciyim... Diyarbakır-Silvan arasında, Malabadi’ye yakın bir arazide, iki gençle koyun koyuna yatıyorum. Bir gece vakti üç kişi gömüldük buraya. Hiç bitmeyen sızılar akıyor yaralarımızdan... Sevdiğimi eller mi aldı?
Devlet, cinayetleri işletiyor; devlet görevlileri kaçırıp gömüyor; öyküsü açığa çıkmış deşifre birkaç kemikle, on binleri içeren bir soy kırım suçu, kendi iktidar kavgalarında devleti yeniden biçimlendirmenin menüsü haline getiriliyordu...
1990 yılı ile 2000 yılları arasında Türk devleti Kürdistan’da en az 17 bin sivili öldürmüştür. Öldürülenlerin hepsi Kürttür. Kürt oldukları için de bu, tam bir soykırımdır... Bu olay, Birleşmiş Milletlerin ve dünya insanlık ailesinin tarif ettiği Soykırım filine tamamıyla uymaktadır...
Kürt siyasetlerinden beklenen yerden çürük ve eritilmiş kemikler çıkarmak değildir. Mezar kazıcılığı insan hakları örgütlerinin, mağdurların ve kayıp yakınlarının olsun... Kürt siyasetlerinden beklenen, ölülerin tam listesini çıkarıp bunun bir Soykırım suçu olduğunu ilan etmeleri ve soykırım suçlusu Türk devletinden bunun hesabını sormalarıdır...
Hepsi, benzersiz acılar yaşatılarak öldürüldüler... Ölülerimiz, öyküleriyle birlikte gömüldükleri yerlerde duruyor...
Katil devlet ise kurum ve kuruluşlarıyla iş başında... Birkaç katil çakalın feda edilmesi, Türk ırk devletini yenilemesiyle ilgilidir. Böylece soykırım suçlarından paçayı yırtıp, yollarına devam edeceklerdir. Ermeni soykırımından sorumlu tutulan birkaç devlet görevlisinin asılması gibi...
Birbiriyle kavgalı ve iktidar hırslarıyla başları dönmüş Kürt siyasetlerinin zamanı olmayabilir; fakat Kürdistan Yetimleri hiçbir koşulda soykırım suçlusu Türk devletinin Kürt kanıyla yıkanmış yakasını bırakmayacaktır...
Hasan Bildiricibildiricihasan@hotmail.com

27 Ocak 2009 Salı

DTP ADAYLARI


Luzern Kürt Kültür Dernegi olarak adayliklari belli olan DTP Belediye baskan adaylarini destekliyor yanlarinda oldugumuzu bildiriyoruz.

Adayligi belli olan belediye baskan adaylarinin isimlarini asagidaki linki tiklayarak ögrenebilirsiniz

Basta dernek yönetimimiz olmak üzere tüm üyelerimizin ve sürgündeki halkimizin DTP Adaylarini desteklemek amaciyla iletisimde oldugu herkesten destek almalarini bekliyoruz.

AKP Sahsinda devletin anti Kürt blogunu bosa cikartmak icin canla basla calisalim

25 Ocak 2009 Pazar

24 Ocak 2009 Cumartesi

TRT 6, İhsan Aksoy ve Sırrı Sakık


Önderler’inden bazılarının (ki bunlar önemli bir yekun tutar) çanak yalayıcılığa ittiği yüce bir milletin, Kürt Milleti’nin bir evladı olarak büyük utançlar içindeyim.. Bir tek TRT 6 olayı bile, eskiden seminerden seminere koşan, yazılar yazan kişiliklerin maskelerini indirmeye yetecekti de ben uyuyordum. Türk Devleti’nin çok ustaca hazırlamış olduğu hamlesi neleri ortaya çıkarmadı ki? Güney’den bir Zat “TRT 6, yakında Kurd-Sat ve KTV’yi geride bırakacaktır” kerametini ortaya koymaktan hiç ama hiç utanmıyor.. Be adam eğer böyle ise bu milleti böylesine altüst etmeye, toplumsal dokusunu bozmaya vs ne gerek vardı? Ben celladımın propagandasına soyunacak idiysem bu kadar kanın dökülmesine ne gerek vardı? Benim TRT 6’ya omuz verdiğini, orada program yaptığını duyduğumda şok olduğum bir isim var: İhsan Aksoy.. İnanılmaz şey! İhsan Aksoy kalkacak ve Türk Devleti’nin hiç bir kanuni dayanağı olmadan kurduğu kendi propaganda düdüğünü, kendisi adına İhsan Aksoy’a öttürecek.. Verilen bir ücret karşılığı; ki onun da fiatı o kadarmış, uzun yıllar sosyalist kulvarda, ulusal sol kulvarda ve en nihayet ulusal sandığımız bir kulvarda “Kürtçülük” yapan İhsan şimdi tam tersini yaparak Tırko saflarından Kürdistan’ın değerlerini çürütmeye kalkacağı programlar yapacak.. Hem de astronomik bir ücretle (Kaynak; Net-Kurd)..Bir zamanlar Türk Devleti’nin Kürtçe TV yayını planladığını duyduğunda ne demişti Musa Anter? “Evlat şimdi Türkçe bize küfür ediliyor ve şükürler olsun ki Türkçe bilmeyen yaşlılarımız anlamıyor. Yarın öbür gün Kürtçe Televizyon açarsa devlet, o zaman Kürtçe bize küfür ederle ve o anlamayanlarımız da anlar. Hiç olmaz aman açmasınlar daha iyi.” (Alıntı; Mehmet Soylu)Şimdi ise sıraya dizilmiş olan “Kürt kırpıntıları” bu gizli küfür işini “en iyi biz yaparız” diyerek Tırkolar ile sözleşmeler imzaladılar. Hem de şehitlerimizin kanları daha henüz kurumadan. İşte Aksoy, İşte Altan Tan, İşte Feridun yazar ve diğerleri... Tırkonun Kürtler’i bir anda çoğaldı. Bunlardan Feridun ile hapiste yatmışlığım var. Robot gibi bir kişilikti. Menfaat deyince aklı başından giderdi. Altan Tan denilen Zat’ı TV’lerde zikrederken tanıdım. Ama İhsan’la ise hiç arkadaşlığım olmamasına rağmen çok eskiden beri tanırım. Ben sol Kürtçü iken, o TİP’teydi. Ben Kürtçü KAK’ın kuruculuğunu üstlenirken o hala TİP’in başarısı için birşeyler yapıyordu. O daha sonra DDKO-Ankara’nın kurucuları arasında yer aldı. Ben ise Kürt mitinglerini bitirmiş, kaçak durumdaydım. 1971 Hapsi’nde (Amed’de) birlikte zindan yattık, ayrı davalardan ceza bekledik. 1975’te Amed’de bir yandan Tıp okuyor, öte yandan da KDP’de çalışıyordum. O sırada, Lice’de karşılaştık. Biraz istenmeyen sertlikte bir tartışmamız oldu (konuya girmiyorum). Daha sonra Evren Darbesi gerçekleşti. İhsan’la bu kez Avrupa’daki bir toplantıda karşılaştık. Başlarda yazı yazdığı Serxwebun’dan ayrılmış, (yanlış hatırlamıyorsam) Danimarka’da açtığı bir lokanta ile zenginliğe doğru ilk adımlarını atmıştı. Kendisini en son Hewlêr’de gördüm. Mümtaz Kotan’ın şefliğini yaptığı “Lekolin”adlı Site’da İhsan’ı Kürt Lideri olarak takdim etmesi ilginçti. Meğer bu yazı bir paslaşma yazısı idi. Bazıları kendilerince sistemle barışıyorlardı (siz bunu teslim oluyorlardı diye okuyunuz).. Mümtaz ve İhsan, ki iki eski “düşmandı, Türk Devleti’nin nimetlerine uzanma niyetini paylaşmışlar gibi görünüyorlardı. Kürdistan’da siyaset alabildiğine kirlenmişti. Evet İhsan’ın “bile” program yapımcılığına soyunması başka nasıl izah edilebilir. Sodom ve Gomore’nin Kürt siyasetine uygulanmış hali bu olsa gerek..Ama İhsan’ın TRT 6 ekranlarını doldurduğu aynı gece bir başka TV kanalında Sırrı Sakık MHP’lilerle boğuşuyordu. MHP’li Zat, Sn Sakık’ı tehdit edercesine konuşuyor; “Üstünde yaşadığımız coğrafya Türk coğrafyasıdır!” diyordu. Yani “verilen ile yetinin” gibi bir cümlenin siyasicesini kuruyordu. Sırrı Sakık’ı seversiniz veya sevmezsiniz. Onun içinde yer aldığı politik partiyi, sözüm ona, işbirlikçi sayabilirsiniz. Ortada iki politikacı, iki fiil var. Hangisini onaylarsınız? Fakat Kürt Liderleri olarak bu tabloyu, Sırrı Sakık tarafı daha doğru gibi görünse de, ikisini onaylamanız kabul edilemez. Sayın Sakık zaten Türk Kanunları çerçevesi’nde konuşmak zorundaydı. Sırrı Sakık’ın da dahil edilmesi gereken bir üçüncü yol vardır muhakkak. Eğer “yenildik” diyorsanız, yenilginin de şerefli bir şekli olabileceğini unutmayınız. Bir yandan silah elde vuruşurken yenilmek var, öte yandan önderler yılgınlığa düştü diye yenilmeyi kabullenmek var.. Hangisi doğru? Bence ikisi de yanlış. Asıl olan tek başına kalınca dahi direnmenin doğru yolunu aramak ve bulmaktır.Rahmetli feqî Huseyn Sağnıç bir gün bir satranç anekdotunu anlatıyordu anlatıyordu. Bir maçta Feqî karşısındakini mat etmişti. Yani rakibinin şahını almıştı. Rakibi hiç oralı olmadan hamle yapmaya devam edince, Feqî “maç bitti, şahın esir alındı” diye hatırlatmada bulundu. Ama karşısındaki oralı bile olmuyordu. Cevabı oldukça vurucu idi: “Evet şah teslim oldu, ama millet direnmeye devam ediyor.”Evet bugün bir yenilgi varsa bu yenilgi kendilerini şah sayanlarındır, kral sayanlarındır.. Unutmayınız, bu yenilgi asla Kürt Milleti’nin değil. Millet, şehitlerinin hatırına elbette bir yolunu bulup direnmeye devam edecektir. Kürt siyasi hayatı kirleniyor. Dünyanın hiç bir köşesinde bu derecede inanılmaz bencillikteki insanlar milletlerinin kader direksiyonuna oturmamış, oturtulmamışlardır. Şartların en müsait olduğu günlerde bütün liderler boğaz boğaza gelmekte bir beis göstermemişlerdir. Kuzey’de bu böyledir, Güney’de bu böyledir. “Benden başkasına hayat hakkı yoktur” diyen bir zihniyet bizi sürükleyip durmuştur. İşte Güney’deki xwekujî günleri.. Kuşku üstüne kuşkunun yaratıldığı günler çok çabuk geçti ve bugünlere vardık. Hiç bir parti aydınları ve entellektüelleri; aydın ve entellektüel olarak görmeye yanaşmadı. Biz bu zihniyeti değiştirmek için hata yapan her odağı eleştirdik. Adımızı karalamak için her fırsat kollandı. En nihayetinde bu ortamdan uzak durmaya karar verdik.. Bir süre de öyle yaptık. Ama tarih bizi sorgulamaya başlayınca duramadık. Uyaracağız, hem de gereken sertlikte! Kendimiz çimdiklendik ve yeniden hal-u purr melalimize baktık. Bunu TRT 6 denilen en büyük psikolojik savaş hamlesine borçluyuz. Eski PKK yandaşlarının yanında korucularında da şirin gösterildiği bu propaganda düdüğüne şimdi İhsan gibi eski saygın görünen insanlar da bulaşınca ne kadar kof insanlara değer biçtiğimiz anlaşıldı. TRT 6 daha çok hamur kaldıracaktır. 2009-01-21A Sirac Kekuyon
Gorusunuzu yaziniz

22 Ocak 2009 Perşembe

Kahraman bir gazi mi, infaz makinesi mi 'sakıncalı' bir albay mı?


İsimleri doğru söyle!
Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırdı "Yargısız infaz!"
Beylerbeyimiz'in Basmacılığımız'daki boruları da; pardon, damarları da pek heyheylenmişler: "Şerrrefsiz Basın! Bunu da yazın!"
ON ALTI YILLIK yargılanma süresi
boyunca (nasıl "yargılanmaysa" artık) bir kez dahi mahkemeye çıkarılmayan JİTEM'ci albay intihar etti diye; çok sert çıkmış, cenazede filan gövde gösterisini ihmal etmeyen Genelkurmayımız.
Aa! Meğer yargısız infaza kurban gitmiş albay!
Medyanın yargısız infazına. Yaaaa.
Oysa hayatını yargısız infaz makineliğine adamış fevkâlade "sakıncalı" bir albayın;
şimdi tam da kendisini tanımlamak için kullanacağımız (yargısız infazcının ağababası zira) kelimelerle sahiplenilmesi-
Konfüçyüs için çok mühim bir durum. "Correct the names!" (İsimleri düzeltin!) diyor. Çinliler'e.
Çinliler de zira bizim gibi aynı; kıvırtıp zıvırtıp/kavram kargaşasının Allahını yaratıp "işin" içenden sıyırtmakta mahirler. Cambazlar/ Utanmazlar
Çinliler mi bir numara'dır bu konuda, bizler mi bilemeyeceğim.
Ama hayatını takır takır insan öldürmeye adamış bir yargısız infazcının intiharını "Yaptınız ortaya bi yargısız infaz!" diye etiketlemek-
Buna "baskın basanındır" deniliyor ki; şu son Ergenekon Zamanlarında bir kısım medyala-mamız olsun, Beylerbeyimiz olsun, Beylerbeyimiz'in beyden de, beylerden de, beylerbeyinden de heyhey de beylerbeycileri olsun böyle karıştırıp karıştırıp kelimeleri/kavramları/durumları-
Diyelim: Ergenekon Davası'nın adı MUHALİFLERİ SUSTURMAK olsun!
Bu güne değin uçan kuşu takır takır taramış/taratmış- Dağda bülbül, ovada keklik bırakmamış (ruhsal floramız manasında) adamlar/kadınlar EN NİHAYET sıkıştırıldılar diye-En nihayet yargının önüne getirilebildiler, böyle bir ihtimal belirdi diye-
Çevir kazı yanmasın!
Çevir lafları, kavramları. Onca yıldır/zamandır bizleri kurbanlaştırmış, bizleri kurban-koyunlaştırmış adamları /kadınları/ ErgenekonKafaları: kafaları, memleketimizi darbelemek dışında bir pozisyonu kabullenmeyenleri-
Aman onları kurbanlaştıralım!
"Nasıl kafasını öyle sokarsınız arabaya?
Nasıl sabaha karşı damlarsınız evine?
Nasıl damgalarsınız? Ortaya çıkartırsınız
kabak gibi onların hakiki yüzlerini /emellerini!" diye. Diye.
Bunca memleketimizin içine etmiş ve içine etmeye devam kararlılıkları tüyler ürpertici Ergenekon Kafaları, açık açık destekleyemiyorsak eğer (işte: nal gibi ortada cephanelikleri /halt yemeleri /halt yeme plan programları) böyle etiketlerle oynayarak-
Yanlış Etiketleme Sanayi A.Ş.'ye tammm mesai yaptırarak-
"Susurluk'ta BU HALK soruşturmaların yanındaydı. Işıklarını açtı kapadı. Işıklarını açtı,kapadı. Şimdi BU HALK Ergenekon Davası'nın yanında değil. Yaaa; ne haber?" numeroları. Kaykılmaları. "Makul"
ağızları. Ağızdanlıkları.
Bu dava daha NE KADAR haraşolandırılabilir ki Susurluk'la? Hatta İbrahim Şahin'e yeni bir "Hafıza kaybı bakidir" raporu yumurtlattırabilirsek yeniden; TAM bir devamlılık arz ederek Susurluk Yılanıyla-
Yahu yıllardır bizi koymadıkları hedef tahtası, teşhir etmedikleri Milliyetçi Çocuklar Bozuluyo Ama vitrini bırakmayan Pespaye Fareler; şimdi "Hedef gösteriliyorum Annecim; imdat!" diye feryat figân.
Mirim; sizleri hedef göstermenin imkân ve ihtimali var mıdır? O iş, sizin Suzmanlık Alanınız.
Biz hedef manyağı haline getirildik; feci alıştık bakınız yıllardır. Hiç de hedef medef gösterilmediğiniz halde (haşa! fareler gibi hâlâ dehlizlerde/karanlıklarda gizlenme gayretindesiniz) bi-raz-cık olsun bizim eksperiyanslarımızdan sizler de tadımlasanız yani-fena mı olur?
Ama ne gürültücü, ne korkak, ne sığınmacı pezevenklermiş! Görüyorsunuz.
Güç Halıları /Güçlülük Tahtları azzz biraz sallanır gibi oldu diye: feryat, figân, isyan, ispiyonculuk ve haykırışları: "Beni hedef gösteriyorlar!"
Yargısız İnfazların Ağababası kendi canına kıydı diye (herhalde ebediyete kadar gölgelerin ardında kalacağını ümit etmişti:
haklı bi teşhir ve yerinde bir isimlendirme ihtimaline gelemedi) "Yargısız infaz yapıldı!" çığlıkları-
Yıllardır onu bunu teşhir etmek için kitap/ televizyon /gaste /maste: kullanılmadık paçavra bırakmayanlar; isimleri az biraz doğru telafuz edilmeye başlandı diye "İmdat Hedef haline getiriliyorum. Katilim sensin!
J'accuse. J'accuse'lüyorum!"
Haydaaaa! Ve de bu darbe bağımlıları, bu memleketi yıllardır pis ilişki ağlarıyla boğanlar, bu pozisyon bezirgânları, haksız kazanç imparatorları mıydı MUHALİF SESLER yani? Bunlardan hesap sorulması ihtimaline mi "muhalif sesleri susturmak"deniliyor?
BU HALK bunların yanında mı peki? Sessiz Sürü kıvamlarını ne zaman bozmuşlardı ki? Ben eminim, milyon yüz beş sekiz on kere: Ergenekon Çocuklarından kurtulma ihtimali, sevinç ve mutlulukla dolduruyor içlerini.
Ama: bir) her olumlu şeyin kadük kalmasına alıştırılmışlar. İki) seslerini çıkarırlarsa, dikkâtleri üzerlerine çekmekten korkuyorlar.
Yoksa BU HALK şikayetçi filan değil olan bitenden; ziyadesiyle memnun, dua ediyor sessizce. Siz ne kadar tersini projekte etmek için yırtınsanız da. BU, böyle.
Perihan Mağden /Redikal gazetesinden

20 Ocak 2009 Salı

Reber APO nun savunmalarindan

İmralı Cezaevi’ne alındığımda beni ilk karşılayan Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin başkanlık düzeyindeki temsilcisiydi. Söylediği ilk söz "Bu cezaevinde kalacaksın, biz de Avrupa Konseyi üzerinden denetleyip bazı çözümler geliştirmeye çalışacağız." Dostluğa tarihte eşine ender rastlanan bir ihanet temelinde beni ABD-CIA denetimine teslim eden Yunan ulus-devletinin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkileri çıkar denklemine eklenince, "Çıplak krallar ve maskesiz tanrılar çağında" İmralı Kayalıklarına Prometheus efsanesine taş çıkartan biçimde bir kadercilik mahkûmiyetine duçar oldum.
Bu sürece yol açan Suriye çıkışındaki denklem daha da çarpıcıdır. Beni Suriye’den çıkartan anlayış, özünde yine dostluğa çizdiğim paye ve İsrail’in Kürt politikasındaki çelişkinin çarpışmasına dayanır. Uzun süredir özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kürt Sorununun patronajlığına soyunan İsrail benim şahsımda giderek etkili olmaya başlayan ikinci bir Kürt çözüm tarzına tahammül edemeyecek denli hassastı. Hesaplarına kesinlikle uygun düşmüyordu. Hakkını inkâr etmemeliyim; MOSSAD dolaylı yoldan beni kendi çözüm yoluna davet etti. Buna da ben ne ahlaken ne siyaseten açık ve hazır değildim. Suriye Arap yönetimi taktik yanı ağır basan bir ilişki biçimini asla aşmak istemedi. Kaldı ki Hafız Esat önderliği ABD-Sovyetler Birliği hegemonya çatışmasına dayalı olarak vücut bulmuştu. Sovyetlerin çözülüşüyle kritik aşamada hiçbir taktik ilişkiyi koruyacak durumda değildi. Benle -PKK oluşumuyla- Türkiye’yi dengelerken bir anlamda 1958’deki Suriye üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin tehdidini ve aşırı İsrail yanlısı eğilimine yanıt arıyordu. PKK’nin uygun bir araç olması uzun süreli bir taktik ilişkiye imkân verdi. Bu ilişkinin ikinci bir Kürt politikasına yol açabileceği pek görülmek istenmiyordu. Türk yönetimlerinin tüm çabaları bu anlamda etkili olamıyordu.
Bu kısa hatırlatma bile beni Suriye’den çıkartan esas gücün İsrail olduğunu gösterir. Şüphesiz ABD’nin siyasi ve Türkiye’nin askeri baskıları da rol oynamıştır. Unutmamak gerekir ki, İsrail Türkiye ile daha 1950’lerde kapalı andlaşmalar içinde olup 1996’da ikinci anti-terör adı altındaki ilave bir anlaşmayla ABD-İsrail-Türkiye Cumhuriyeti’nin anti-PKK ittifakı tamamlanmış oluyordu.
Bu sürece eklemlenmesi gereken diğer önemli bir faktör, ABD ve İsrail ile ilişki içindeki KDP ve YNK yönetimiyle 1992’de sağlanan Kürt Federe Meclis ve Yönetimiyle Türkiye Cumhuriyeti arasında anti-PKK temelindeki işbirliğiydi. Şüphesiz günün koşullarında Türkiye Cumhuriyet hükümetleri ve silahlı kuvvetleri taktik bir anlayışla hareket ediyorlardı. Ancak tarihin kendine has bir yürüyüşü vardı. Çok çeşitli algılamalar önemli gelişmeleri belirler. Türkiye’nin günümüzde çokça öfkelenen tarihsel yanılgısı, dar, bencil, tek taraflı bir algıdan kaynaklanmaktadır.
1998’de bu aleyhteki faktörlerin birleşmesiyle Suriye’den çıkış gerçekleşti. Açıkça belirtmeliyim ki, ben de Suriye’den çıkma gereğinin tamamen farkındaydım. Aşırı bir bekleme dönemi geçirdim. Ama Kürdistan için gelişen politik çizginin çekiciliği ve stratejik düzeye çıkartmak istediğim dostluk yaklaşımım beni adeta tutsak etmişti. Suriye yönetimi en üst düzeyde bunun sakıncasını önemle belirtmişti. Bunu itiraf etmem gerekir. Ama ben halen stratejik bir halklar dostluğunun önemini ve vazgeçilmezliğini savunmak durumundayım. Beni Yunanistan’a çeken anlayış da aynıydı. Yunan devletiyle olmazsa da halkıyla değerli dostluk ilişkileri geliştirmek ikinci düzeyde ilgimi çekmekteydi. Klasik kültür ve trajik tarihleriyle alış-veriş oldukça önemliydi. Dostluğun gereğini dayatıcı nitelikteydi.
Diğer bir çıkış yolum Kürdistan dağlarıydı. Daha çocukken diğer bir ismim de "Dhine çole, çiya" idi. Dağ, çöl delisi anlamına gelir. Fakat iki etmeni hesaplamam bu yolu ikinci plana bırakıyordu. Dağda, ülke’de olacağım yöre üzerine her tür silahla bombalamanın kaçınılmazlığının halk ve yoldaşlar üzerindeki tahribatıyla, ilişki darlığı, sadece askeri yolda yoğunlaşma, tümüyle askeri yola sapış kaçınılmazdı. Diğer önemli bir husus, gençliğin inanılmaz eğitimsizliği, onları mutlaka eğitmem gereği beni alıkoyuyordu.
Özcesi, Türkiye’de resmi, gayri-resmi birçok çevrenin "işte sıkıştırdık, bak nasıl sonuç aldık" iddiası fazla gerçeği yansıtmıyor. Nitekim aynı sıkıştırma politikası İran ve Irak üzerinde halen yoğunca denenmesine rağmen sonuç vermek yerine bir kör saplantıya yol açmıştır. İçine girilen Suriye ve İran taktik ilişkisinin ne tür sonuçlara gebe olduğu ise şimdiden kestirilemez. Çok şeye gebe bir politikaya tevessül edildiği söylenebilir. Ya ABD-AB-İsrail ya İran-Rusya-Çin ikilemi keskinleştiğinde acaba Türkiye Cumhuriyet hükümetleri her sonuca hazırlar mı?
Atina-Moskova-Roma hattındaki üç aylık maceramdan çıkardığım dersler şüphesiz tarihi değerdedir. Bu savunmamın temel kavramı olan Kapitalist Moderniteyi içine gömüldüğü bin bir zırh ve maske içinden tanıyabilmem gibi bu macerayla direkt bağlantılıdır. Bu olmasaydı belki bu çözümlemeleri yapmam şurada kalsın ya klasik bir ilkel-milliyetçi ulus-devletçilikte çakılı kalacaktım. Ya da yüzlerce örneği gibi hatta devlet kuranları da dâhil klasik bir sol hareket olarak kaderimi sonlandırabilecektim. Kesin konuşmamayı bir sosyal bilgi ilkesi olarak hep göz önünde bulunduruyorum. Ama şu an ki çözüm gücüme kavuşamayacağıma dair güçlü bir sezgim var.
Benim için açıktır. Sonuncu ve en güçlüsü olan sosyalist ütopya da dâhil kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından, ne silahından kaynaklanmaktadır; tüm ütopyaları kendi her renge bürünen, en değme sihirbaza taş çıkartan liberalizminde boğması asıl gücünü oluşturmaktadır. Tüm insanlık ütopyalarını kendi liberalizminde boğması çözümlenmedikçe kapitalizmle mücadele şurada kalsın, en benim diyen düşünce ekolü bile en iyisinden bir hizmetkârı olmaktan kendini kurtaramaz. Marks kadar kapitalin çözümünü, Lenin kadar devlet ve devrimin üzerinde çok az kişi yoğunlaşmıştır. Ama bugün açığa çıkmıştır ki, Marksist-Leninist gelenek azımsanmayacak düzeyde kapitalizme materyal ve anlam hediye etmiştir. Çok zıddı geçinseler de. Çünkü yine tarihin farklı algılar toplamı iradelerimizin beklentileri üzerinde sonuçlar doğurması çokça rastlanır bir durumdur. Bunu bir kader ve kaçınılmaz bir diyalektik ilişki olarak belirtmiyorum. Tersine Özgürlük Ütopyaları üzerinde daha yoğunca durulması gerekir diye bir sonuç çıkarıyorum. Liberalizmin tahrik ettiği birey ve toplumunu çözüp kendi doğal insanı mecrasına akıtmadıkça sonuç toplumsal kanserle ölüm olmaktan öteye gitmez. Bunu uzun uzun anlatacağım.
Şunu demeye getiriyorum. Beni İmralı Cezaevi’ne buyur eden Avrupa Konseyi temsilcisi hem de 70 yaşındaki hanımcığın arkasındaki büyücü sistemi kapitalist moderniteyi çözmedikçe kaderimi doğru çözemeyeceğim açıktır. Süreç baştan sona kadar İsrail-ABD-AB ve çözülmüş bir Sovyet Rusyası tarafından yaratılmıştır. Suriye, Yunan ve Türkiye hükümetlerinin rolü ise ikinci el bürokratik hizmetlerden öteye gidemez.
Sorgulama sürecinde açıkça belirtmiştim. Türk yetkililere ki dört temel kurumun; Genelkurmay İstihbaratı, Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma İstihbarat temsilcilerine, beni yakalamakla sevinmelerinin anlamsız olduğunu söyledim. Beni alçakça ve çöl bedevilerinin bile asla insani niteliklerine yakıştıramayacakları bir kalleşlikle dost ilişkisini eşi görülmemiş bir komployla kullanıp, uçağın içine atıp çullanmaları yiğitçe bir savaş tarzı değildir. Bu gerçek bile ABD’nin hegemonu olduğu kapitalist modernitenin ne menem bir liberalizm olduğunu çok çarpıcı bir örnek olarak ortaya koymaktadır: Baskı ve istismarda sınır tanımayan sistem.
Mücadele sistemimde Türk ulus-devletçiliğini tanımıyor değildim. Tek başıma da olsa en zayıf halimle karşı çıkma cesaretini gösterdim. İyi mücadele ettiğimi de tanık olan herkes bilir. Bunda yadırganacak yan yok. Ortada olan Kürtlük için bir ölüm fermanıdır. Ya insanlığımdan, onurumdan vazgeçmeyip direnecektim ya da rengi bile, cinsiyeti bile belli olmayan bir kölelik içinde yitip gidecektim. Bu gerçekliği tartışmıyorum. Buna öfke de duymuyorum.
Öfke duyduğum temel nokta düşünce, ideoloji ahmaklığının önüne bir türlü geçememekti. Öyle bir sistem ki, sözde insan hakları neredeyse yere göğe sığdırılmaz. Ama gerçekte olan ise hiçbir canlı sisteminde gözükmeyen, kendi öz türüne, bir grup insanın tüm insanlığa biçtiği sömürü ve savaş payesidir. Bununla da yetinmeyip doğanın altı ve üstü de dâhil tüm çevreyi zehirleyip insanlığa sunmasıdır.[2]
Doğduğum toplum neolitik köyün kültürel etkileriyle yüklüydü. Saf bir dostluk, kalleşçe olmayan mücadele esastır. Bu duygularla büyümüştüm. Fakat tüm uygarlık süreçlerinin dışında ve en olumsuz etkilerini katı bir yabancılaşma biçiminde çoktan kader hale getirme yetmiyor gibi kapitalist moderniteyi en sert ve muhafazakâr gelenekle birleştirerek şovenizmin uç sınırında bir etnik milliyetçilikle ulus-devlet kuşatmasına alınmak, çözülmesi en zor ideolojik tahakkümdür.. Buna her an eli tetikte bir çıplak zor eklenince daha doğmadan mıx gibi yere çakılmak kaderin diğer adıdır.
Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından çıkış öyle ahım-şahım bir direniş sonucu olmadı. Dogmatikçe bağlanmış birkaç sol ulusal sorun çözümlenmesine yeni bir yaşam alanı aramaktı. Ortadoğu’daki PKK, sistemin boşluklarından bazı sonuçlar almaktan öte bir şansa sahip değildi. Ama yine de bir sistem karşıtı olarak varlığını sürdürme ve geliştirme Ortadoğu için küçümsenmemesi gereken bir anlayıştır.
Kendini kalıcı bir biçimde dağlar başta olmak üzere silahlı direnişe taşıması doğuracak sonuçlar bakımından önemlidir. Kürtler için ise giderek politikleşme anlamına gelmektedir. Klasik işbirlikçi unsurlardan kopuş ilk defa bir özgürlük alternatifini algılanır kılmaktadır. Ne klasik Orta Çağ’dan kalma despotik rejimler ne ona eklemeli sözde çağdaş ulus-devletler açısından ne beklenen, ne kabul edilecek bir çıkış söz konusudur. Hem Kürt işbirlikçilerinin, hem bölge ulus-devletlerinin emperyalist hegemonlarına "PKK terörist örgüt" dayatmalarında anlaşmaları bu nedenledir. Özgür Kürt, birey ve toplumuyla tüm ezberlerini bozmaktadır. İslam’ın fetihçi ideolojisiyle, Liberalizmin milliyetçi ideolojileri çoktandır özgür Kürtlüğü defterden silmiş, tarih dışı saymaktaydı.
Benim şahsımda dıştalanan ve tek kişilik bir oda cezaevine mahkûm edilmek istenen esasta bu Özgür Kürtlüktür. Dokuz yıldır tek başına İmralı’da günlük olarak uygulanan politikalar sistemlidir. Sadece Türk cezaevi politikaları olarak yaklaşım göstermek önemli yanılgılara yol açar. Bu da hem Kürtler hem Türkler için beraberinde politik çözümsüzlükler, çatışmalar doğurur.
Fakat şunu da çok iyi algıladım ki, Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir. Kapitalist modernitenin ona biçtiği rol Türk halkı da dâhil tüm Ortadoğu halklarını kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne açık hale getirilmesinde kaba bir jandarma rolü oynatmak, bekçilik ve gardiyanlık yaptırmaktır.
Ne Avrupa’nın içinde ne dışında, sağlam kazığa bağlanmış Türkiye ve Anadolu kültürleri onlar için çok önemlidir. Uygulanan herhangi bir politika değildir. En incelmiş politikalarla, stratejiler büyük oranda el altından kapsamlıca ve birleşik olarak yürütülmektedir. Gerek NATO gerek AB ilişkileri bu bağlamda daha iyi algılanabilir.
Buraya kadar anlatmak istediğim hususlar bile kapitalist moderniteyi derinliğine kavramadıkça anlamlı bir savunma yapamayacağımı göstermektedir. Savunmanın dayanaklarının kuru bir hukukla hiç anlam kazanamayacağı açıktır. Yüzeysel bir politika ve stratejik yaklaşım neden "yeniden yargılanma" sürecinin örtbas edildiğini açıklığa kavuşturmayacaktır. Yeniden Yargılanma algılanması özgür Kürtlük çözümünü açıklığa kavuşturması açısından da büyük önem taşımaktadır. Gösterimsel Türk yargısına "Demokratik Cumhuriyet" çıkışım, AİHM’ deki davada "Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa" ve "Bir Halkı Savunmak" adı altında özde gerçek demokrasi ve adaleti anlaşılır kılmaya çalışmaktaydı. Yeniden yargılanma ise "kapitalist moderniteyi sorunsallaştırma ve aşılması" gereğine demokratikleşmenin hem siyasi sistemini, hem özgürlükle bağlantısını çözüm alternatifi olarak anlam zenginliğine eriştirmeyi, kavuşturmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla bir kez daha savunmalarımın bütünlüklü ve tamamlayıcı niteliğini ortaya koymaktadır.
İmralı’daki ilk yargılamanın bir gösteri oyunu olduğunu söylemiştim. Gerçekten hukuki savunma yapacak koşullar yoktu. Her şey en ince detayına kadar önceden planlanmıştı. Kararın verileceği gün, seçilen başyargıcın niteliği ve memleketinden tutalım, katılımlar, süre ve basının, medyanın kullanılışına kadar her şey plan gereği yürütülmekteydi. Bu konuda ABD ve AB ile de anlaşılmıştı. Bana düşen bu durum karşısında sahte bir hukuk savunmacısı olmak değildi. Ortada hukuk zaten yoktu. Bu AB açısından da geçerliydi. Tüm sorun benim temel Kürt sorunu kapsamında nasıl kullanılacağıma ilişkindi. Her şey bu amaca hizmet etmeliydi. Zaten Kenya süreci baştan sona AB hukukunun çiğnenmesiydi. Kenya hukuku hatta Türk hukuk sistemi bile çiğnenmişti. İdamı sürekli gündemde tutmaları politik sonuca ilişkindi. Güya korkmuştum. Dolayısıyla sürekli canlı tutulması işe yararlıydı. Bu durumlar karşısında yapmam gereken politik sürece katkı sunmaktı. Bunun için savunmaların politik mesaj niteliği önemliydi. Ayrıca sonuca yol açan yanılgılara köklü yanıtlar aramak yapılması gerekendi. Böyle yapılmaya çalışıldı. Bu süreçte tüm savunmalara hâkim olan anlayış bu temeldeydi. Oyuna en az alet olmak ve özgürlük mücadelesine katkı sunmak ancak bu temelde mümkün olabilirdi.
Açık söylemeliyim ki, AİHM’den tutuklanmamın hukuka aykırı olduğuna dair hüküm vereceği beklentisi içindeydim. Böylelikle adil bir yargılanma imkânı doğabilirdi. Bu hüküm çok açık haksızlıkla verilmedi. Geriye yargılamanın adil gerçekleşmediğini söylemek zorundaydı. Zaten her şey açıkta ve seyirlik konumundaydı. Uzun süre beklendikten sonra adil yargılamayı beklerken AB Konseyi tek taraflı, Türk Hükümeti ile uzun görüşmeler sonucunda ve kendileri açısından önemli politik tavizler karşılığında tam bir hukuk skandalı olan ve onlarca noktada hukuka ters girişimlerle sözde dosya üzerinde eski Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kalıntısı olan Ankara 11. Ağır ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemeleriyle dosyalar eskiden olduğu gibi hükme bağlandı. AB Bakanlar Komitesiyle bu temelde uzlaşıp dosya tekrar AİHM’e iade edildi. AİHM’in tavrı halen beklenmektedir. Kendi adil yargılama kararına karşı tavrı gerçekten merak konusudur. Asıl hukuki savunmayı bu yeniden yargılanma sürecinde yapmaya hazırlanırken böylece boşa çıkarıldık. Dolayısıyla hukuki yargılanma bir gösteri olmaktan öteye gidemedi..
Bu süreçte daha iyi anlaşılan husus, PKK, benim şahsım ve Kürt sorununun geneli konusunda ABD-AB-Türkiye Cumhuriyetinin yoğun bir iletişim ve uzlaşma arayışında olmalarıdır. Türkiye geniş ekonomik tavizler karşılığında Türkiye’deki Kürt sorununu tasfiye ederken Irak’ta Kürt Federe Devlet oluşumunda da şartlı bir destekleme tutumunda ısrarlıdır. Bu konularda çok yoğun görüşmelerin yapıldığı her gün daha çok açığa çıkmaktadır. Zaten ABD ile bu taviz ve uzlaşmalar açıktan yürütülmüştü. Demek ki bu uzlaşmalardan en önemlisi benim tutuklanmam, yargısız infaz altında tutulmam ve Türkiye’de Kürt sorununun tasfiyesi, PKK’nin terörist örgüt ilan edilmesiydi. IMF ve AB Kopenhag Kriterleri ise ikili uzlaşmanın iyi birer kılıfıydılar. Açıkça belirtmeliyim ki, AB kurumlarından bu denli kirli ve kuşkulu tavırlar beklemiyordum. Bu gerçekler AB’nin insan hakları ve demokratik normları konusunda derin bir sorgulamaya itti. Konulara yoğunlaşmam sorunların daha köklü olduğu ve aşılmalarının da o denli köklü yaklaşımlar gerektirdiğiydi. Şüphesiz insan hakları ve demokrasi konusunda AB ileri bir hamleye sahiptir. Bu yönüyle Dünyamızın umut kapısıdır. Ama temelindeki kapitalist modernite onu zincir gibi bağlamış olup daha ileri hamleler konusunda karamsar kılmaktadır.
Rus devrimcileri kendi devrimlerinin zaferini Avrupa’nın en azından bir bölümündeki devrimlerle garanti altına alınacağını düşünüyorlardı. Ama bu beklentilerin gerçekleşmediği bilinmektedir. Tersine Avrupa liberal karşı devrimi Rusya ve öncülük ettiği tüm sistemi kendi içinde eritti. Aynı şey günümüzde demokratik devrimler için de söz konusudur. Avrupa’dan beklentinin aynı sonuca yol açmaması için küresel sermayenin en gelişkin çağında küresel demokratikleşme arayışında olmak daha gerçekçi bir yoldur. Avrupa’daki demokrasi, insan hakları ve özgürlükler katkılarını ancak bu paradigma altında anlamlı kılabilir.[3]
Ana hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız bu gerekçeler "adil yargılanmanın" neden gerçekleştirilmek istenmediğini bütün derinliğiyle vs. temel kategoriler üzerinden çözmeyi gerekli kılmaktadır. Savunma gerçekliğimde daha önce işlediğim ana hususları, esas kaynaklarına indirgemeyi önemli kılmaktadır. Her ne kadar aşırı indirgemecilik, algılamada ciddi yanılsamalara yol açsa da sorun modernite kaynaklı olduğundan bu sakıncaları göze almak gerekir. Zaten çözmeye çalıştığımız ana bölümler iç bütünlüğe sahip indirgemeciliğin sakıncalarını asgariye indirecektir.
Girişten sonra ele almak istediğim öncelikli bölüm Yöntem ve Hakikat Rejimidir. Bilindiği gibi yöntem, alışılagelen inceleme-araştırma yoludur. Tarihte ve günümüzde denenen bu alışkanlıkları tanımlamak, aydınlatıcı olacaktır. Olumlu ve sakıncalı yönleriyle yöntemcilik anlayışlarının temel nedenlerini açıklamak çözümlememizde kolaylık sağlayacaktır. Yöntem, hastalıklı olmazsa da takip edilecek bir yol her zaman gereklidir.
Hakikat rejimiyle kastettiğimiz husus, "yaşamın" anlamına en iyi nasıl ulaşabileceğimize ilişkindir. İnsan düşüncesini çok meşgul etmiş, "hakikat, gerçeklik" nedir, nasıl ulaşılabilir veya ulaşılamaz sorunsalına cevap aramak her ciddi araştırma için çözülmesi gereken hususların başında gelir. Bütün insanlık muhayyilesini, zihniyetini adeta tutsak eden "nesnelcilik" ve "öznelcilik" kavramlarıyla birlikte bazı ana düşünce kuramları deşifre edilmeye çalışılacaktır.
Toplumsal Gelişmede Anlamlı Bir Mekân ve Zaman Ayrımı bölümünde esas olarak, temel toplumsal kategorilerin inşa edilme sorunlarında, zaman ve mekândan kopuk ele alınamayacakları aydınlatılmaya çalışılacaktır. Gerek toplum biçimlenmeleri, gerekse özsellikleri ya kuru "tarihsel olaylar" biçiminde, ya da sanki hiç mekânsal kayıtlar yokmuş gibi soyut anlatımlar, toplumsal algılamalarımızı tam bir keşmekeşe, en rezil çıkarlara alet etmeye, sonuçta "gerçek" adı altında tam bir toplumun yalansamalı retoriğine, demagojisine yol açmaktadır. Toplumsal gerçeklikler inşa edilirken özselliklerin zaman ve mekân boyutları olanca açıklığıyla esas alındığında "insan yaşamı"nın anlamlı kılınma olanakları artacaktır. Birçok kavram ve kuramın büyük safsatalar, aldatmacalar, yanılgılar spekülasyonu, "söz klişeciliği" olduğu anlaşılabilecektir.. Somut olarak günümüz uygarlığının -başat olanı kastedilmektedir- tarihsel ve mekânsal gelişimi, ana unsurlar halinde anlamlandırılmaya çalışılacaktır.
Çıplak Krallar ve Maskesiz Tanrılar Çağında; kapitalizmin bir üretim biçimi olarak doğuşu ve toplumda yol açtığı kanserleşmeyi açıklığa kavuşturmaya çalışmaktadır. Görünüşte çok açık olan, özdeyse kendine bağladığı siyasi iktidar ve bilimle inşa ettiği herkesin herkesle savaştığı ve bilimcilik yöntemiyle kavram ve kurallarla bu savaşı zihni alanda egemenliğinden kurtulamaz bir döngüye yol açmanın iç yüzü deşifre edilmeye çalışılmaktadır. Öyle bir sistem ki, Marksizm, anarşizm, ulusal kurtuluş ve hatta sosyal-demokrasi gibi akımları, kendisine karşı savaşan tüm akımları kendi hizmetinde kullanmaya elverişli bir alete dönüştürme yeteneği açıklanmaya çalışılmaktadır. Başlangıçta tüm toplumların hor gördüğü metalaşma ve değişim değeri nasıl oldu da topluma hükmeden yeni tanrılar oldular? Eskinin kendini rengârenk kıyafetlere büründüren, kale ve saraylarda apayrı yaşamlar halinde ayrıcalıklaştıran çok az sayıdaki krallar nasıl oldu da aşırı çoğalmış ve çıplak biçimde tebaalarından ayırt edilmez hale geldiler. Çok bilimcil, çok iktidarlı ve maddiyatlı bir sistem olduğu halde neden çevresi ve içyapısıyla en cahillerin bile yol açmayacağı hastalık ve ölümlerle tükenen topluluklara dönüşülüyor? Bu soruların sırları alınarak cevaplar bulunmaya çalışılacaktır. Gerek ekonomi, sosyal yapı ve siyasal kurumlarıyla bölümlediği ulus-devlet bölünmeleri, gerek bu anlayışlardan, teoremlerden kaynaklanan bilimsel bölünmelerin gerçek rolleri, yaşamı nasıl anlamlaştırdıkları veya anlamsızlaştırdıkları irdelenecektir. Milliyetçilik, bireycilik gibi resmi din olan liberalizmin asıl rolü anlaşılır kılınacaktır. Kapitalizmin toplumların iç ve dış yapısında sürekli savaş olduğu, bu anlamda yaşamın gergin stresli bir kriz ve kaos hali olduğu gösterilecektir.
Özgürlük Ütopyalarıyla Tekrar Yaşamak Çağı adlı bölüm kapitalist modernitenin kaos ve krizli yaşamından tekrar özgürlük ütopyalarına kavuşmuş yaşam tarzlarına nasıl kavuşulacağı irdelenmektedir. Maddi yapıların egemenliği altındaki kapitalist modern yaşamdan kovulan ütopyalı, büyüleyici yaşam ifadelerine tekrar kavuşmak için yeni ruhsal, zihinsel anlam bütünlüklerine nasıl erişileceği, kavuşularak "özgür yaşam" dediğimiz evrene kanat açılmaktan bahsedilecektir. Anlamı kovan kapitalist modern kalıpların ölmekten bir kaçış haliyle aslında nasıl da ölüm ve yaşam ikilemini anlamsız kılarak kutsalı bozduğu ve yaşamı tüm sihirli, büyüleyici, şiirsel yanlarından kopartarak ebedi bir ölüm ve mahşer çağını inşa ettikleri gösterilecektir. Sembolik olarak post-modernizm gibi kavramlarla pek anlaşılır kılınmazsa da eklektik olarak birçok ifadesine rastlanan ütopyalı özgür yaşam seçeneği bir evrensel bayram hali olarak anlamlandırılmaya çalışılacaktır. Bu yaklaşımın öyle çokça işlendiği gibi bir üretim biçimi, toplum biçiminden ziyade bu tip ayrımlarla içinden çıkılmaz hale gelen kavram ve kuram bozulması yerine günlük, anlık anlamlı yaşam topluluklarından oluşabileceği serimlenecek ve sergilenecektir.
Kapitalizm Çağında Ortadoğu, kendi özgünlüğü içinde ayrıca işlenecektir. Kapitalizmin iki dünya savaşıyla düşüremediği Ortadoğu’yu ayakta tutan temel etkenler kadar, neden dünyanın en sorunlu, içinden çıkılmaz bölgesi haline gelmiştir? Bir anlamda günümüzde yaşanan Üçüncü Dünya Savaşı’nın temel alanı ve zamanı olarak içinde hangi olasılıkları barındırmaktadır? Kapitalist moderniteye direnişi nasıl anlamlandırmalıyız? Uygarlığın beşiği olan bu alan, tersinden mezarı haline gelip özgür yaşam ütopyaları çağına geçişin alanı olabilir mi? Tekrardan en çok kutsallarını çamura bulandırmış, dolayısıyla yaşamı ayaklara düşürmüş bu alan yeniden kutsallarını inşa ederek, anlam yüklü, büyüleyici ve şiirsel, müzikli "özgür yaşam tarzları"nı doğurabilecek mi? Bunun için kapitalist modernitenin maddi ve bilimcil kalıplarını, putlarını kırıp daha özgür yaşamı olanaklı kılan demokratik yönetim biçimlerini çevreyle bütünleşmiş üretme gruplarını ve anlam yüklü bilgelikler meclislerini oluşturabilecek midir? Bu tip temel sorulara yanıt aranacaktır.
Ortadoğu kapitalizmin, diğer bir görünüşüyle Hıristiyanlığın ve Museviliğin anlam yüklediği İslam’ın da etkisi altında "mahşer" olarak bahsettiği savaş olan "Armageddon"da Kürtlerin rolü ayrı bir bölüm olarak işlenmektedir. Kürtlere bir anlamda halk olmayan halk da denilebilir. Çünkü bu kadar kendi özsel değerlerinden kaçan ve kaçırtılan başka bir halk, ayrım kazanmış bir insan topluluğuna rastlamak mümkün değildir. Çok güçsüz ve savaş yeteneği olmayan bir halk denilemez. Stratejik coğrafyaları ve antropolojik karakterleriyle savaşı en çok verebilecek, kazanabilecek insan topluluğunu oluşturmaktadırlar. Kadın ve gençlerindeki cesaret potansiyeli çok yüksektir. Fakat gölgelerinden korkacak kadar ödlek de kılınmışlardır. ABD Ortadoğu’da yeni temel müttefik olarak seçme durumundadır. İsrail’in apayrı Kürt projesi vardır.
İslam’ın unutur, inkâr kıldığı bu halk, tüm tarikatçı yapılanmalara karşı Armageddon’da ağırlıklı olarak Hıristiyan ve Musevilerin yanında yer alacaktır. Zaten Alevilik, Yezidilik ve yoksulların da çoktan anlamını yitirmiş diğer mezheplerin laikleri ezici çoğunluğu oluşturmaktadır. Az sayıdaki üst tabaka geleneksel ve modern İslami tarikat ve grup elebaşları hızla Arap, Acem ve Türk işbirlikçilik rollerini terk edip emperyalist metropollerinde kendilerine yeni efendiler aramaktadırlar. En kolay tasfiye edilecek kişi ve grupçuklar durumundadır.
Fakat Kürtlerin Ortadoğu’daki bu yeni çatışma, kaos dönemindeki rollerini işbirlikçilikten ibaret görmek büyük bir eksikliktir. "Özgür yaşam" felsefesine en çok susamış ezici bir çoğunluk hep bu susuzluğu giderecek anlamlı öncülerini bekleyecektir. Çoktan kendini tüketen Orta Çağ yaşam kalıplarını hızla terk edebilecek iken, sunulan ve hiçbir halka özgür yaşam şansı vermeyen kapitalist modernitenin güçlü saç ayağı ulus-devletçik kalıbına da fazla takılmayacaktır. Eşitlik ve özgürlük ideallerine en çok kavuşma şansı verebilecek demokratik konfederal yönetim biçimi Kürtler için hem tarihi, coğrafi, hem de karakteristik özellikleri için en uygun politik biçimlenmedir. Bu anlamda KCK (Komela Cıvaka Kurdistan) hem çepeçevre kuşatıldığı, katı ulus-devlet yapılarıyla sorunlarını çözmek, hem de yeni bir ulus-devletçik maddi yapılanmasıyla yeni bir dert ortamına girmemek için en elverişli çözüm olanağı gibi rol sergilemektedir. Anlam ifade etmektedir. Kapitalist moderniteden kaynaklı Ortadoğu halklar mozaiğine dayatılan ulus-devlet savaşlarında imha edilen, soykırıma uğrayan, baskı ve istismardan ötürü bütün özgür yaşam ütopyaları yok edilen tüm Arap, İrani, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudi, Kafkas kökenliler, etnisite, tüm mezhep ve dinlerle, Avrupa kökenli demokratik ve insan haklarını yaşamayan topluluklarını yeniden kendi kutsallıklarına, özgür yaşam ifadelerine ve maddi kazanımlarına kavuşturacak temel form olan Ortadoğu Demokratik Konfederalizmi için bir öncü model durumundadır KCK.
Eğer Irak kaos’undan demokratik bir Federal Cumhuriyet doğarsa, bu yönlü bir gelişme de önemli bir öncü rol oynayabilir. Kapitalist modernitenin Üçüncü Dünya Savaşı Ortadoğu’nun özsel mekân ve zaman boyutu içinde en olumlusundan en olumsuzuna açık uçlu birçok gelişmeye gebedir.
Sonucu, anlam yüklü grupların inisiyatif ve çabaları belirleyecektir. PKK, sadece kendini sürekli geliştiren bu özgür yaşam idealli, anlam yüklü gruplardan öncülük iddiası taşıyan gruplardan biridir.
Sonuç bölümünde, kapitalist modernite koşullarında ne kendim, ne de öncüsü kılındığım halkımız için diğer birçok kişilik ve halk grubu için adil bir yargılanmanın gerçekleşmeyeceği anlaşılır bir husustur. Daha doğrusu bu savunmayla bu husus; anlaşılır, kanıtlanır kılınacaktır. Sürekli toplum içinde ve dışında savaşla beslenen bir sistemi ancak özgürlük ütopyalarımıza sarılarak her yerde olan istismar ve iktidara karşı her yerde anlamlı direniş ve adalet odakları oluşturmakla aşabiliriz. Diğer tüm yolların yaşam için kısır bir döngüde ömür tüketmekten öte bir sonucu, hedefi yok gibidir.
Bu savunmayı; İmralı Adası’nda mutlak tecrit koşullarında yazıyorum. Alışılagelen inceleme, araştırma olanaklarım olmadığı gibi, tercih edeceğim bir yol da değildir. Adlarını ve eserlerini sıralamayı anlamsız bulduğum, hep birbirine katkı sunan insanlık öncüleri benim için de ana kaynaklardır. Özgür yaşam için büyük düşünce ve eylem savaşçıları nicelikleştirilemez. Bu yönlü de modernitenin bilim yapılanmasına karşıyım. Hiçbir ses, özgür yaşam iradesinin, tecrit koşullarındaki kadar özgürlük yanlısı ve adil olamayacağına inanarak –bu savunmayı- dostça ve yoldaşça yürümesini bilmiş ve bilecek olanlara adıyorum.

19 Ocak 2009 Pazartesi

Iran: Save the life of Farzad Kamangar




Act NOW!Iran: Save the life of Farzad KamangarPlease join with the thousands of trade unionists and human rights defenders around the world who are mobilising in defence of Farzad Kamangar, an Iranian Kurdish teacher and trade unionist who is at risk of execution. Education International received information from reliable sources that on 26 November Kamangar was taken from his cell 121 in ward 209 of Tehran's Evin prison in preparation for execution by hanging. However, the latest information is that he is still alive and was able to meet with his lawyer on 27 November for the first time in over two months. His situation remains precarious nonetheless.Kamangar, aged 33, was sentenced to death by the Iranian Revolutionary Court on 25 February 2008 after a trial which took place in secret, lasted only minutes, and failed to meet Iranian and international standards of fairness. His lawyer, Kahlil Bahramian, said: "Nothing in Kamangar's judicial files and records demonstrates any links to the charges brought against him." Indeed, Kamangar was initially cleared of all charges during the investigation process.Education International, the International Trade Union Confederation, the International Transport Workers Federation, Amnesty International and LabourStart are appealing to the Iranian authorities to commute the death sentence and ensure his case is reviewed fairly.



7 Ocak 2009 Çarşamba

TRT 6

Yüzyillik inkar dan sonra Türk irk devleti Kürt iradesi önünde diz cöktü.TRT de Kürtce yayininin yapilmasi Türk irk devletinin Kürtlere verdigi bir hak degil,Kürt ulusunun otuz yildan son´ra kendi varligini ona kabul ettirmesidir.
Silahla,mücadeleyle bir yere varilmaz diyenler herkesten önce bu kazanimin üzerine atladilar.Simdi hepsi TRT 6 nin etrafinda firildak gibi dönüyorlar.Kürt özgürlügü icin bir yaprak dahi kimildatmayan,en iyi yetenegi örgüt ve partileri bölüp dagitmak olan Ibrahim güclü gibileri bu kazanimi PKK ye ragmen oldugunu söylüyorlar.
Mücadelesiz,bedelsiz alinmis bir hak dünyanin neresinde görülmüs.Daha iki yil önce Türk irk basbakani degilmiydi gazetecilere kürt sorunu icin"düsünmezsen yoktur"diyen.Yine ayni basbakan degilmiydi"Türkiyede kürtlerin hak sorunu yoktur" diyen.Rejimin tekci basbakani bile mücadelenin iradesi önünde diz cökmüsken firsat düskünlerine diyecek tek söz var"Haydi ordan firildak herifler"

5 Ocak 2009 Pazartesi

TRT’ya ŞAŞ



Yazıya attığımız başlığı ironi olarak değerlendirmeyin. Tam aksine bu bir “durum” tasviridir. Ankara, TRT Şeş’i açmakla, kelimenin tam manasıyla şaşırmış durumda. Kürtçe de, böylesi durumları ifadelendirmek amacıyla bir deyim var ; “Xûda mîrov şaş nekê, şaş dıkê ji fehş neke.” (Allah insanı şaşırtmasın, şaşırttıysa da dengesiz etmesin.) TRT’nin durumu tam olarak bu. Kürtlüğe dair herşeyin üstü başı kanıyor, yukarı tükürseler bıyık, aşağı tükürseler sakal.
“Acaba, nasıl birşey yapmışlar?” diye merakımı gidermek amacıyla, kalbime zerre kadar muhalefet zehiri bulaştırmadan ciddi ciddi oturup bir kaç saat TRT’ya ŞAŞ’ı izledim.
İzlenimlerimi merak ediyorsunuz değil mi?
O halde anlatayım...
Kürtçeyi sonradan öğrenen bir yabancıya TRT Şeş’i izletip sonra da, “Kürtler hakkında nasıl bir fikre sahip oldunuz?” diye sorsanız, o insan kesin olarak size şöyle der; Aşk yaşamayı seven, hatta en önemli işi aşk yapmak olan, derdi-gamı olmayan huzurlu mu huzurlu bir halk. Doğada ne kadar güzel mekân varsa oraları da kendine mesken edinmeyi bilmiş mutlu mesut bir milliyet.
Nasıl öyle demesin ki...
Dengbej Şakiro ve Ayşe Şan’ın ne kadar aşk-meşk türküleri varsa (özellikle de Şakiro’nun kırmızı noktalı şarkıları) manzarası güzel yerler eşliğinde sunup duruyorlar. Oysaki Kürt müziğinin büyük yüzdesi, yaşanmışlıklardan ötürü acılı ağıtlar tadında. Dolayısıyla çoğu, isyan ve başkaldırı temelli. TRT’ya ŞAŞ, bunların yakınından bile geçmiyor.
Ev diye, çoluk çocuk on kişinin sığındığı izbe odalardan, diplerine gencecik Kürt çocuklarının uyuşturucu çekerek ölüm uykusuna daldıkları Diyarbakır Surları’ndan, ufacık bir yağmurla çamur cehennemine dönüşen kent sokalarından, her Kürt şehrinde bulunan ve adı “işçi pazarı”na çıkan, insanların ömürlerini törpüledikleri meydanlardan..bırakın dakikayı, tek saliselik bir görüntü bile yok. Dedim ya, TRT’ye baklırısa Kürtler hep sevişiyor.
İzlenimlerim bunlar...
Biliyorum, ucuza fit olmaya alışık Kürtler “ İyi de kardeş, TRT’den daha fazlasını niye bekliyorsun ki, biraz insaflı ol.” diyecekler. Biz de onlara “ İyi de kardeş, TRT, kafası, kolu, bacağı olmayan bir çocuğa benzeyen bir yayını, sırf şirinlik olsun diye niye yapıyor ki, yapıyorsa da neden adam akıllı yapmıyor ki?” deriz. Bunu sormaya fazlasıyla hakkımız var!
Röportaj adı altında özellikle, hayata dair herşeye muhtaç olan insanlara mikrofon uzatıp “Ne düşünüyorsunuz?” diye fikir soruyorlar. Hayatla aralarındaki tüm damarları kurcalanmış, kravatlı her adamı devlet saymış, devletten gelen belalara peşinen “amenna” demiş insanlar, bozuk bir termonoloji ile tabi ki “ Xoşê, rındê, wellahi dewleta me sax bê.” diyecekler.
Aynı mikrofonu...
Çocuğunu dağların merhametsizliğine teslim eden bir anneye, satırla ensesinden vurularan bir babanın oğluna, Diyarbakır Zindanı’nda gençliğini bırakmış asi bir Kürde, yazdığı iki satır yazıdan dolayı diasporadaki varoşlara hapis olmuş bir Kürt yazarına uzatsınlar da görsünler TRT ŞEŞ mi yoksa ŞAŞ mı?
Haa!
Bunu yapamıyorsa o zaman, bizde bilebildiğimiz kırık Türkçemizle kaldığımız yerden Osmanlı Oyunlarını çözümlemeye devam edeceğiz.
Kürt diye, Bejan Matur’u konuşturuyorlar, o da Kürtçe dublajla. Hadi biri söylesin, beyinlerini Fethullahçı teşkilata kiralamış bu mutlu güruhun esmerliklerinden başka nereleri Kürt?
Sonra...
Kimsenin birşey verdiği merdiği de yok. Eğer bunun adına “kazanım” deniliyorsa, bilinsin ki, bu verilmiş değil, zorla alınmış bir “hak”tır. Hem de dişleye dişleye, tırnaklaya tırnaklaya alınmış bir “hak”. Çılgın dağların çıldırmış insafına sığınan Kürt çocukları olmasaydı, çığlıklarıyla gökyüzünü delen zindan direnişçileri olmasaydı, her bir melodisi insanı insanlığından utandıran annelerin ağıtları olmasaydı, köyü yanarken şapkasını önüne alıp lori söyleyen Kürt köylüleri olmasaydı, Filistinli çocukların füzelere taş fırlatmasına benzeyen bir tarzla polis panzerlerini sopa ve taşlarla geri püskürten Kürt çocuklarının direnci olmasaydı, Kürdün varlık sebebine düşman bir zihniyet “al sana televizyon” mu derdi!
Tabi ki;
Hayatın bütün puştluklarına rağmen bu girişimi önemsiyoruz, tabi ki “gecikmiş biradım” olarak görüyoruz, tabi ki “uzatılmış bir el” olarak görüyoruz, tabi ki, “iyi niyet” temelinde değerlendiriyoruz...
Ama sen...
Balık baştan kokar misali, sinsice bir televizyonculuk anlayışıyla niyetini belli edersen, bize de TRT’nin ŞEŞ değil, ŞAŞ olduğunu ispat etmeyi bırakmış olursun.
M.Salih Erolmailto:Erolsalihmehmet_1@hotmail.com